31/03/2024

Başörtülü bir feminist

Haşime Elif KILIÇASLAN; 37 yaşında bir kadın. Bir kız ve bir erkek çocuk annesi. Balıkesir’de yaşıyor. Aykırı bir kadın. Cumhurbaşkanı “Bu feministler var ya…” derken o başörtülü bir kadın olarak “Ben feministim!” diye haykırabiliyor. Sosyal medyada muhafazakâr camianın “kadınla ilgili söylemlerine” meydan okuyan bu kadını tanımanızı istedim.

Hem başörtülü hem feministlik nasıl bir şey?

Kimlik siyasetini öyle içselleştirdik ki insanlar kendilerini mahalleleri ile kavramlar ile tanıtıyorlar. Hâlbuki kavramların içi boşaldı ve kavramlar karikatürize edildi. Özellikle muhafazakâr kesim bunu bir kadının sözlerini sakıt etmek için kullanıyor. Ne söylersen söyle biri çıkıp “O feminist zaten” dediği an söylediğinizin zerre değeri kalmıyor. Kimse söylediğinizle ilgilenmiyor. Herkes sizin feminist kimliğinizi gömmek için bir kürekle geliyor. Büyük bir şevkle hem de.

Ortada kadına sürekli büyüteçle bakan hasarlı bir zihin var. Gücü kutsayan ve her yaptığına mazeretler üreten bir zihin. Bu zihinle hesaplaşmanın, ikiyüzlülüğünü haykırmanın adı bende feminizm…

Çocukluğumdan itibaren “Sen feministsin.” dendi. Mesela bir gün Fransızca öğretmenim okula gözü mor geldi. Ona karşı hep bir hayranlık duygusu beslemişimdir. Eşi yıllar önce milletvekilliği hatta bakanlık yapmış biri. Eve gidip “Öğretmenim bugün çok ağladı.” deyip, anlattığımda “Vay, kocası erkek adammış” dedi bazı komşularımız. Bunu çok rahat söyleyebilmişlerdi ve çok sinirlendiğimi hatırlıyorum.

Toplumun genel algısı dışında kadına dair ne söyleseniz, siz “feminist” olarak etiketleniyorsunuz ve ben bu etiketi hep gururla taşıdım. Hiç gocunmadım. Ezilenin yanında olmaktan inşa edilmiş bu bilinçle sürekli çarpışmaktan niye gocunayım?

İnsanı, bir kavramın içine sıkıştırmayı da doğru bulmuyorum.

Muhafazakâr camianın kadına bakışını nasıl değerlendiriyorsun?

Genel bakış açısını zaten ikiyüzlülük üzerine oturmuş olduğunu söyleyebilirim. Bir gün ekranda Nihat Hatipoğlu’nun banyoda çıplak olmakla ilgili yaptığı bir yorumunu gördüm. Bunu söylemezse vebal olacağından bahsedip çıplak yıkanılamayacağı ile alakalı bir şeyler söyledi.

Bu şekilde düşünenlere sormak isterim: Çocuk cezaevlerinden tecavüz, işkence haberleri geliyor. Belgeler ortaya çıkıyor. Neden bir gün bile çocukların vebalini hissetmiyorsunuz?

Sokaklarda mülteci çocuklar var; ayakkabısız, montsuz… Onlar için ne yaptınız? Onlar için

topluma hangi çağrıda bulundunuz?

İşçi ölümleri, asgari ücret, taşeron asıl vebal altında olduğumuz konular bu değil mi?

Niye kadın cinayetleri konusunda bir tek laf edilmez.

Ya da gençlerimiz IŞİD için savaşmaya giderken (ki resmi yetkililer bin civarı bir rakamdan bahsediyor), dibimizde kadınlar köle olarak satılırken neden IŞİD’e dair hiç bir doğru düzgün açıklamanız, çalışmanız yok?

Çıplak yıkanmayı anlatmayı üzerinde vebal saymak ama hayati konularda tık diyememek…

Bu ikiyüzlülüğü anlat anlat bitmez.

Görünmeyen (sesi fazla çıkmayacak, kahkaha atmayacak, renkli giyinmeyecek), put gibi duran, itaat eden, onaylayan bir kadını dini soslarla pazarlıyorlar.

Sonra da “fıtrat” tarifi başlıyor. Böyle olman sadece senin iyiliğin için.

Ben Kuran’a baktığımda bunu görmüyorum. Örnek kadınlar Kitap’ta sokağın, mücadelenin içinde bedel ödemiş kadınlar. Mücadele Suresi, bir kadınla Peygamber’in tartışması anlatılarak başlar. Kadının Peygamber’e “Ama bu haksızlık.” şeklinde net bir itirazı vardır.

Hz. Ömer halifeyken cuma hutbesinde tam da konuşurken kadın itiraz etmiş ve Ömer “Ömer yanıldı, kadın düzeltti.” demiş.

Niye bir tanesi bunlardan bahsetmez?

Muhafazakâr kadınlar neden her şeyi kabullenmiş gibi görüntü veriyor?

Bunun çeşitli nedenleri var.

Farklı bir söyleme tahammülü olmayan bir toplumda yaşıyoruz. Her insanın neredeyse bir düğmesi var. Oraya bastın mı mahallesinin ezberini, hiç takılmadan sıralamaya başlıyor. Muhafazakâr camia da bunu korkularla çevrelemiş. Yani farklı bir yorum yapana en hafifi, feminist der. Sonra hemen hain, münafık ya da en kötüsü sapık oluverirsiniz ve bu kadar hızlı neler olduğunuza siz de hayret edersiniz.

Son günlerde ülkemizde sık yaşanan kadın cinayetleri ve tecavüzleri hakkında ne düşünüyorsun?

Dünya kötü bir yer Ayşe. Güçlünün zayıfı ezdiği, sömürdüğü ve en sonunda haklı (!) olduğu yer.

Bu zihniyetle mücadeleyi konuşmamız gerekirken, hemen cezayı konuşuyoruz. Hâlbuki ortada bir sürü “hafifletici neden” dedikleri saçmalık var. Bir zihniyet var. Siyasilerin bunu körükleyen üslubu var. Var oğlu var. Bunlarla yüzleşmek varken kolaycılığın konforuna kaçıyoruz.

Çocuklarının nasıl bir yetişkin olmasını istersin?

Çocuklar çok renkliler. Eğitim-öğretim diyerek her gün bir renklerini solduruyoruz. Uslu olmalarını, büyükler konuşurken araya girmemelerini, fikirlerini dinlemek yerine susmalarını öğütlüyoruz. Akıllarını kullanmamaları konusunda her tür destek veriliyor.

Hâlbuki onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Mesela sen röportajında şöyle söylemiştin: “İkizleri bazen anneleri bile karıştırırken çocuklar asla karıştırmaz.”

“Hiçbir bomba bir çocuğun gözlerinden büyük bir çukur açamayacak dünyaya.” diyor Edip Cansever.

Akıl ve vicdan… Bizim “En haklıyız” diye diye buz kesmiş kalplerimizin içinde rüyalarını, hayallerini, sorularını unutmasınlar. Önlerine konulan, dayatılan her şeyi sorgulasınlar isterim. Ama kendi seçimlerini yapıp, düşüp, kalkacaklar. Umarım mutlu olurlar.

Farklı bir kadınsın, eşin nasıl karşılıyor?

Sosyal medyada bir şeyler paylaştığımda da buna benzer sorular geliyor. Belki giyim şeklim farklı olsaydı yani başörtülü olmasaydım bunu soramazlardı. “Nefes almanı nasıl karşılıyor, yemek yemeni nasıl karşılıyor?” diye kimse kimseye sormuyor. Ece Ayhan’ı çok severim. “Şiir konusunda da hayat konusunda da -aslında- başkalarının söylediğine bakmayacaksın. En sonunda mihenk taşı olarak kendini koyacaksın ortaya.” der. Böyle bakıyorum.

İnsan olduğum için, düşündüğüm için, kendim olduğum için kimseden özür dileyecek ya da izin alacak değilim.

Saygı duyduğunu biliyorum. Olması gereken de bu.

İlk başörtüsünü taktığım yıllarda bu hayatın acemisiydim. Etrafımda beni anlayacak kimse yoktu. Aile çevresi, akrabalar “Eyvah! Beyni yıkandı, yakında delirir bu, gerici olmuş.” yaygarasını kopardı. Ben de arayış içerisinde çok çeşitli vakıf, dernek, tarikat içerisine girdim. O ortamın kuralları, bir jargonu vardı. Bir soru sorardım ve tüm bakışlar üzerimde toplanırdı. Bazen de bıyık altından gülüşler… Şimdi anlıyorum ki sorun benim rahatlığımmış.

Saygı, edep, bazı kelimeleri kullanmama, bazı soruları asla sormama gibi şeylere yabancıydım.

Babam saçma saygı kurallarına hiç inanmadı. Onunla el şakası da yaparız, argo da konuşuruz en sert soruları yumuşatmadan da sorarız. Hatta çok küçükken bile aileyi ilgilendiren konularda her birimize fikrimizi sorup, sanki dünyanın en önemli cümlesini kuruyormuşum gibi dinlediğini hatırlıyorum.

Bunun normal (!) olmadığını ilk olarak imam hatipte Arapça hocama Allah ile alakalı bir soru sorduğumda anlamıştım. Birden güler yüz gidip, ağzından köpükler çıkararak bağırırken “böyle soru sormanın hadsizlik” olduğunu söylemişti. Aynını ateist öğretmenimize sınıfta bir kızın “Allah’ın işine bak” dediğinde de gördüm.

Farklı olmak tüm parmakların üzerine çevrilmesine neden oluyor. Sürekli sınıfta tahtaya kaldırılan çocuk gibi seni hizaya sokmak isteyenler oluyor.

Bu profil -şimdi anlamlandırabiliyorum ki- korkutucuymuş. Hâlbuki ben sadece kendim oluyordum o kadar.

Bu arada “eş” nasıl bir kelime. Birbirimizin farklılıklarından besleniriz, çoğalırız. Adam kendinden emin, akıllı, esprili. Onun sorunu daha çok normal sayılan bir sürü ıvır zıvırla.

Kapitalizm bol tanrılı bir din ve her güne yeni bir tanrı üretiyor. Sonra insanlar o tanrıyla sınanıyor… İçimizdeki gardiyanla hesaplaşmak lazım ya da ortaçağ keşişleri gibi anlamadığımız, tanımadığımız, inanmadığımız şeyleri aforoz etmeyi bırakmalıyız.

Hayat hepimiz için kısa.

04.03.2015